Bir Endülüs Şehri Fantastik ve Görkemli: RONDA
Hüzün ve huzur yan yana duracak iki kelime olabilir mi bilmiyorum. Benim hayatımda karşılıkları var ve sorunsuz yan yana duruyorlar. Hangisinin daha baskın olduğunu düşünüyorum; hüzün galiba. Hüzün daha soylu duruyor ve hayatı anlamlandırıyor.
Semerkant, Buhara, Hive, Kudüs, İstanbul, Üsküp ve Sarajevo ziyaretlerimin ardından yolum hep Endülüs’e doğru yönelmişse artık ilham arayan bir iz sürücü sayılırım. Bu ister bir kültür ve medeniyetin izi olsun; ister benden önceki ilham arayan seyyahların ayak izleri. Gideceğim, göreceğim, duyacağım, dokunacağım herşey beni yönlendirecek ve bana ilham verecektir.
Batıdan doğuya, doğudan batıya veya geçmişten bugüne bir sefer içindeyim. Kadim şehirlerin kadim mabed ve saraylarının bahçelerindeki ağaçların dallarına konmuş kumruların “ku ku..” “nerede nerede..” diye ötüşlerini arıyorum galiba.
Sıraladığım şehirleri ziyaretlerimin sayısallığıyla ilgilenmiyorum. Haritaları ve yön pusulalarını terk edişim uzun zaman oldu. Endülüs şehirleri için de bunu söyleyebilirim artık.

Benim için dünya büyük bir limana benziyor. Gemiler limana yaklaşıyor, yüklerini boşaltıyor ve yenilerini alarak ayrılıyorlar. İnenlerin yüzlerinde yeni bir yere gelmenin şaşkınlığını, büyük bir heyecanı ve telaşı görmek mümkün. Karşılayıcılarda ise tarifsiz bir sevinç. Yeni yüzler, yeni başlangıçlar ve yeni umutlar.. Gidenlerde ise bir dinginlik, bir sukünet hakim, geride kalanlarda ise hüzün. Havalimanları, oto ve tren garlarındaki durum da bundan farksızdır. Nihayeti bu dünya serüvenimiz son liman arayışı değil midir?
Eskinin İşbiliye’si yeninin Sevilla’sından sabah erken yola çıkıyoruz. Tek şeritli dar ve virajlı yollarda otobüsümüz hareket halinde civarı seyrederken, zihnimde bunlar canlandı. Ziyaret ettiğim birçok coğrafyada nice medeniyetler kuruldu ve yıkıldı. Bazı medeniyetler vardır yıkılmış olarak tarihin tozlu sayfalarında yer almasına rağmen; onlar hala varlıklarını koruyorlar. Yok saymakla yok olmuyorlar. Denizler, nehirler, dağlar, taşlar ve ağaçlar bunun tanığıdırlar.
Endülüs İslam medeniyetiyle ilgili yazılan kitapların tamamında “yıkıldı” ifadesi yer alır. Bu ne kadar doğrudur? İhtişamından korkanlar onu öyle göstermeye çalışıyorlar veya işlenen kabahatlerle yüzleşilememesi ve ört bas edilmeye çalışılmasıdır belki de yazılanlar. İlginç olan ise bu medeniyeti kuranlarla aynı inanç ve düşünce içinde olanlar da çaresiz bir biçimde yazılanları onaylıyor olmalarıdır.
Günümüzde Endülüs dediğimizde Malaga, Granada, Cordoba, Toledo, Sevilla, Murcia, Marbella, Cartegena, Almeria, Cadiz, Huelva, Jaen.. şehirlerden oluşan; İber yarımadasının güneyi zihnimizde canlanır . Bir anlamda İspanya Devleti’nin Endülüs Eyaleti. Oysa anlatılan 711’den 1492’e kadar olan Endülüs İslam Medeniyeti ise; İspanya’da birkaç şehrin dışında Pirenelere kadar olan coğrafyanın bütünüdür ve buna Portekiz de dahildir.
Endülüs dediğimizde anlatmaya Malaga, Granada (Gırnata), Cordoba (Kurtuba), Toledo (Tuleytulla) veya Sevilla (İşbilye).. gibi bilindik şehirlerden başlamalıydım. Zaman elverdikçe bu şehirleri de anlatacağım. Eksik kalır değilse.
Diğer kadim medeniyetler gibi Endülüs ruhunun yaşadığını da büyük şehirlerdeki mabed, saray, kale gibi tarihi yapılarda idrak etmek mümkün. Önemli olan geçmişin ruhununda yapıların dışında da yaşadığını idrak edebilmek. Sosyal yaşamda, dilde, edebiyatta, mimaride, sanatta, müzikte ve yemek kültüründe… Kısaca yaşanılanın içindeki karşılığını keşfedebilmektir. Esas olan da budur.
Temmuz ayının kavurucu sıcaklığı altında uğrunda nice ağıtlar yakılmış, edebi eserler kaleme alınmış, filmlere konu olmuş Endülüs İslam medeniyetinin inşa ettiği fantastık ve görkemli küçük bir şehrin izini sürüyoruz. İstikametimiz Ronda veya Al-Rundi.
Yol boyunca tabiatın ve insan eliyle inşa edilmiş yapıların bize sunduğu görüntüler, bir ressamın tablosu kıvamında. Küçük göller, göllere kavuşan küçük dereler, ay çiçeği tarlaları, zeytinağacı ormanları, uzaklarda sıcaklığın ortaya çıkarttığı nemden puslanmış dağların sarımsı renkteki siluetleri. Otobüsün camından bir görünüp, bir kaybolan manzaralar bile; izini sürdüğüm medeniyetin yıkılmadığını, dipdiri karşımda duruduğunu hissediriyor.
İspanyolların mağribi tarz ‘pueblo blanca’ dedikleri beyaz renkli köyler, kasabalar ve tarım havzaları; geçmişin tozlu raflarında yıkıldı diye yer alan medeniyetin kanlı ve canlı bir şekilde yaşadığını, yazılanlara itibar edilmemesi gerektiğini haykırıyor.
Otobüsümüzün radyosunda bahtımızdan olsa gerek sabah dinletisi olarak; kalbimizin ritmini artıran yanık sesiyle Maria Jimenez; “Con Golpes De Pecho” flamenko söylüyor. Flamenko şarkılarıyla otobüs terminale yaklaştı ve limana indik. Artık Ronda’yı keşfetme zamanı.
Tarihsel açıdan bakıldığında Endülüs şehirleriyle ilgili akla gelen ilk yerleşimçi sıralaması Fenikeliler, Yunanlılar, Kartacalılar, Romalılar, Vizigotlar, Mağribliler (Endülüs Müslümanları) ve İspanyollar şeklinde oluşuyor.
Büyük coğrafyacı ve seyyah Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed Şerif el-İdrîsî’nin eserlerinde Ronda (Al-Rundi)şehri hiç zikredilmez. El-İdrisi’den sonra gelen Müslüman coğrafyacıların eserlerinde çok kısa kayıtları bulunmakta.
Şehir Ronda veya Runda olarak adlandırıldı. Endülüs İslam Medeniyeti kayıtlarında Al-Rundi olarak geçmektedir. Her nekadar MÖ. VI. yy.da Keltler’in ilk defa yerleşmesiyle kurulduğu söylense de; Eski Roma ve Batı Gotları Arunda’sının yerine kurulmuş bir İslam şehridir Ronda. M.S VIII. asırdan XV. asra kadar daima Endülüs’ün en ehemmiyetli müstahkem mevkiilerinden biri olmuştur. Şehir Emevilerin idaresinde Takoronna nahiyesinin merkeziydi.
Bizler şehre kuzey-batı yönünden dahil olduk. Ayağımızı bastığımız yer kısmen yeni şehir sayılıyor. Dar ve dolambaçlı sokaklardan yürüyerek Alameda del Tajo parkına ulaşıyoruz. Parkın yan tarafına bulunan Mirador de Ronda adındaki seyir terasından Guadalevin nehrinin aktığı ovaya bakıyoruz. Ovada yer alan çiftlikler doğal hayatı özleyenler için kışkırtıcı. Seyir terasından dik biçimde aşağıya doğru baktığımızda şehrin nasıl bir yerleşim şeklinin olduğuyla ilgili ilk kanaatimiz oluşuyor.
Ronda, deniz seviyesinden 750 metre yükseklikte, bir kanyonla ikiye ayrılmış iki dağın üzerinde kurulu bir şehir görüntüsü veriyor. Alman lirik şiirinin en önemli temsilcisi Rainer María Rilke bunu “iki dağ üzerinde kurulu ardı sıra dağ olan fantastik ve görkemli şehir …” olarak tanımlıyor.
Sırtımızı ovaya verdiğimizde karşımızda Plaza de Toros (Boğalar meydanı) bulunuyor. İspanya’nın en eski ve en önemli boğa güreşinin yapıldığı yer. Her Torero’nun (matador) hayali burada boğa güreşi yapmak. Şüphesiz Toreroların en ünlüsü 18.yy.ın sonu, 19.yy.ın başında Ronda’da yaşayan, modern boğa güreşlerinin babası sayılan ve 5,558 boğayla güreşen Pedro Romero Martinez’dir (1754-1839). Toreroların Plaza de Toros’a girdikleri kapının önünde bir boğa heykeli bulunmakta ve burada sadece yılda bir boğa güreşleri yapılmaktadır.
Plaza de Toros’un önündeki parkta iki ünlünün büstleri yer alıyor; bunlar Orson Welles ve Ernest Hemingway’dir.
Plaza de Toros’un yanından kıvrılarak Plaza Espana adında büyük meydana ulaşıyoruz. Ya Plaza Espana’da bir kafede oturup şehre ve alana uyum göstereceğiz ya da izini sürdüğümüz medeniyetin tanıklarını bulacağız. Tanıkları aramaya karar veriyoruz. Önümüzde Puento Nuevo adıyla adlandırılan Yeni Köprü duruyor.
Belediye turizm dairesinin köşesinden Puento Nuevo köprüsünü (Yeni köprü) seyrediyoruz. Köprü etkileyici ve ürkütücü. Hikayesi romanlara konu olmuştu. Ernest Hemingway, İspanya İç Savaşı’nı anlattığı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ve Matadorları konu edinen ‘Öğleden Sonra Ölüm’ romanlarını burada Ronda’da yazmıştı.
Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanında Ronda’yı: “Kent, ırmağın üzerinde yüksek bir bayırın üzerine kuruludur. Bir meydanı vardır çeşmesi olan; banklar vardır meydanda ve bankları gölgeleyen kocaman ağaçlar. Evlerin balkonları meydana bakar. Altı sokak açılır meydana. Meydanı çevreleyen evler bir kemer altı oluşturur. Öyle ki, güneş cayır cayır kavurduğunda insan kemer altının gölgesinde dolaşabilir. Meydanın üç yanı da kemerlidir, dördüncü yanında da ağaçların gölgelediği bir kaldırım vardır. Bu ağaçlar ırmağın aktığı yarın kıyısındadır. Yarın yüksekliği 300 kademdir.” diye tarif eder.
Şehrin iki yakası, Guadalevín nehri ve El Tajo kanyonunun üzerinde kurulmuş 98 m. yüksekliğinde ve 66 m. uzunluğundaki Puento Nuevo ile birbirine bağlanmış. Kanyonun en alt kısmından yüksekliği 120 metredir. İnşasına 1759’da başlanmış ve 34 yılda tamamlanmış. Köprünün esas mimarı José Martin de Aldehuela’dır. Baş mimar olarak Juan Antonio Díaz Machuca’nın adı da geçmektedir. Aslında Puento Nuevo ilk köprü değil. İlk köprü 1735’de tek kemerli olarak yapılmış ve mimarlar Jose Garcia ve Juan Camacho’dur . İlk köprü 1741’de çökmüş ve 50 kişi ölmüştü.
İç savaşta cumhuriyetçiler, faşistleri öldürüp cesetlerini El Tajo kanyonundandan aşağıya atıyorlardı. Öyle ki kurşun israfı olmasın diye faşistleri canlı canlı atıldıkları ve düşme anında sesleri duyulmasın diye kilise çanlarının çalındığı rivayet edilir.
Puento Nueve’nin yanından kıvrılarak Rosario caddesinden Virgen de los Remedios üzerinden Escolleras sokağının dar ve kıvrımlı yollarından beyaz badanalı, siyahlaşmaya başlamış kiremitli, pencerelerinde rengarenk sardunyaların yer aldığı 2-3 katlı evler arasından geçerek vadiden aşağıya doğru ilerliyoruz. Padre Jesús Katolik Kilisesi’nin önünde ki Puento Viaje (Eski Köprü) ulaşıyoruz. Bu kez kanyonun daha alt kısmından adeta uçurumun kenarında iki yakada inşa edimiş Ronda’yı seyrediyoruz. Kireç taşından oluşan kanyon, kasabayı ikiye bölüyor.
Puento Viejo, ilk dönem Roma eseri olduğu iddia edilse de; Gırnata Emiri III. Muhammed tarafından yeniden inşa edilmiş; 10 metre uzunluğunda 30 metre yüksekliğinde, Guadalevín nehri ve El Tajo kanyonunun üzerinde bulunmakta. Şehir Endülüs Müslümanlarının elinden çıktıktan sonra 1616’da selden zarar gören köprü büyük bir restorasyon geçirdiği söylenmekte.
Puento Viejo’nun alt kısmında Endülüs İslam medeniyetine ait hamamlar ve ilk yapıldığı gibi duran Puento Arabe (Arap köprüsü) bulunmaktadır. Anlaşılan Puento Viaje ve Puento Arabe, Puento Nuevo’yu inşa eden mimarlara esin kaynağı olmuş.
Köprüden sonra yukarıya doğru kıvrldığımızda Endülüs sarayın kalıntıları üzerine 18 yy.da inşa edilmiş Casa Del Rey Moro konağı bulunmaktadır. Konağın yanından 365 basamakla kanyonun içindenden geçen nehre iniliyor.
Ronda Müslümanların yönetiminden çıktıktan sonra özellikle İslam mabedleri başta olmak üzere bir kısım değişikliklere uğramış. San Fransisco Mahallesi’ndeki kapı, 1808’de yıkılan eski iç kale veya Alcazaba bu dönem aittir.
İç kaleyi geçip Marques de Salvatierra’dan ilerlediğimizde Arminan caddesiyle kesişme noktasında ki Ebul Beka Meydanında (Plaza Abul Beka) 11. yy’dan kalma camisi yıkık bir minare karşımıza çıktı; “Minarete San Sebastian”. Hiç dokunulmamış, dilsiz olduğu düşünülmüş ve öylece bırakılmış. Onun dilsiz olmadığını Arjantinli öykü, deneme yazarı ve şair Jorge Luis Borges anlamış. Şehirden ve minareden aldığı ilhamla Ronda şiirini kaleme almıştı.
RONDA
İslam, batıyı ve doğuyu,
yıldıran kılıçlardı
ve yeryüzündeki orduların en görkemlisi
ve bir tanrısal yazgı ve disiplindi
ve putların yok olması
ve her şeyin dönüşmesi
tek yüce Tanrı’ya,
ve gülü ve şarabıydı sufinin
ve Kur’an’ın şiirsel düzyazısı
ve minareleri yineleyen ırmaklardı
ve kumun sonsuz dili
ve o öteki dil, cebir dili,
ve o geniş bahçe, Binbir Gece,
ve Aristo’yu yorumlayan insanlardı
ve şimdi adı sanı kalmamış hanedanlar
ve yakıp yıkan Timurlenk ve Ömer,
buradadır, Ronda’da,
körlüğün alacakaranlığında,
bir içbükey avlu sessizliği,
bir yasemin tembelliğinde
ve çöllerin anılarına karışmış
hoş bir su sesiydi İslâm.
(Şifre. Çev. Yıldız Ersoy Canpolat)
Puente Nuevo’nun ters istikametinde Arminan caddesinde Plaza Duquesa de Parcent’e kadar yürüdük. Belediye binasının çaprazında Nasiriler zamanından kalma Ulu cami karşımızda duruyordu. Bugün Santa Maria la Mayor Kilisesi olarak işlev görüyor. Bitişiğinde Mondragon Sarayı. Evlerin dışında Endülüs İslam devletinden kalma tanık olduğum eserlerin bir kısmı bunlar.
Katedralin önünde ki Plaza Duquesa de Parcent’te portakal ağaçlarının gölgesinde mola verip bina duvarlarından ve sokak kaldırımlarından şehri içselleştirmye, yaşananları hissetmeye çalışıyorum. Romanların ve öykülerin etkisiyle 1485 tarihinde Ronda’nın düşüşünü düşünüyorum.
Ziya Paşa Endülüs Tarihi kitabında Ronda’nın düşüşünü şöyle anlatıyor: “Ferdinan’ın ordusunun Malaka’ya saldırdığı yönünde dedikodular Rondaya ulaştırılınca; eli silah tutan ne kadar adam varsa Malaka’nın muhafazasına koştu. Bu şekilde sair mevkinin mevcut kuvvetleri azaldığından Mayıs başlangıcında öteden beri bölünmüş olarak bulunan Tala memurları ve diğer Hıristiyan askerlerin hepsi Ronda’nın önlerine yığıldı. yanlarında bulunan büyük toplarla kaleyi dövmeye başladılar. Ronda da bulunan muhafızların çoğu bu haberden dolayı Malaka’ya gitmiş ve bu şekilde içeride bulunan müdafilerin üçte bir kalmışken güçlü bir karşılıkla kuşatma hayli zaman sürmüştü. Fakat sonradan şehirde bulunan siperler düşman eline geçmişti. Mahsur kalan halk da ateş derdinden bizar olmuştu. Bu nedenle aman dilediler. mesullerine müsaade edilerek tüm Müslüman halk Ronda’yı terk etti. Bazısı Gırnata ve bazısı da Afriki’ye taraflarına taşınarak şehri Ferdinan’a teslim ettiler.”
Neticede 20 günlük bir muhasaradan sonra, Ronda 20 Mayıs 1485’te düştü. Ardından Malaga ve nihayeti 2 Ocak 1492’de Gırnata teslim oldu ve Endülüs İslam medeniyeti yönetimsel olarak İspanya’da son buldu. Müslümanların bölgeye gelişleri 711 tarihidir, bu durum 1485’e kadar yönetim ve 1600’e kadar da mülkiyet olarak sürmüştür. Ronda Endülüs İslam medeniyetinin küçük bir modellemesidir.
Ronda İspanya’nın en eski ve tarihi dokusunun en iyi korunduğu kasabalarından biridir. Müslümanların Gırnata’dan önce en son teslim ettikleri kale burasıydı. Ağır engizisyona rağmen halen İslam’ın izleri silinememiş.
19. yüzyıl romantik gezginlerinin en sevdikleri Ronda olmuştu. Hemingway’dan dışında Alman şair Rainer Maria Rilke, Fransız yazar Alexdar Dumas, Amerikalı sinemacı Orson Welles, İngiliz ressam David Bomberg de bu şehirden benim gibi ilham aramaya gelmişlerdi.
İspanyol Gazeteci José María Pemán Ronda için:”sokakların ve kadetrallerin korksuzca arka planına baktığınızda, zemini kazıdığınızda dualar ve ayetler bulabilirsiniz” der.
Her şeye rağmen bugünkü Ronda, Endülüs İslam Medeniyetinin planladığı ve inşa ettiği bir şehirdir.
Endülüs İslam medeniyeti yaşamaya devam ediyor. Heykeltraşlar, ressamlar, sinemacılar, fotoğrafçılar, mimarlar, romacılar, öykücüler, şairler ve seyyahlar ondan ilham alıyor, izini sürüyorlar.
Süleyman Gündüz